style resterance

Nam-ı Diğer Aşk



Benden size güzel bir Pazar aktivitesi önerisi!
Eski İstanbul'dan Venedik'e doğru bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz? Hazırsanız Sakıp Sabancı Müzesi sizleri bekliyor!Sakıp Sabancı Müzesinde gösterilen “Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; diğer adıyla   "Aşk” Sergisi, sizleri Marmara Denizi’nden başlayıp, Akdeniz’den Adriyatik Denizi’ne doğru bir yolculuğa çıkaracak. Sergiyi gezerken kendinizi asker, elçi, yazar ya da bir bilim adamı gibi hissedeceksiniz. Bir ticaret oyunu içinde 17. Yüzyıl İstanbul’undan Venedik’e yol alan Venedik Gemisi, size çok farklı bir müze deneyimi yaşatacak...


 
Ziyaret
Salı, Perşembe, Cuma, Cumartesi ve Pazar  :  10.00-18.00
Çarşamba  :  10.00-22.00
Pazartesi günleri kapalıdır.
Son biletler Müze kapanışından 1 saat önce satılır.

Müze Giriş Ücretleri
Tam bilet        : 10 TL
Grup bileti ( en az 10 kişi ) : 7 TL
İndirimli bilet : 3 TL (öğrenciler, öğretmenler ve 60 yaş üzeri ziyaretçiler)
Ücretsiz Giriş:
14 yaş ve altı çocuklar
Engelliler ve bir refakatçi
Sabancı Üniversitesi akademik ve idari personeli
ICOM Kart sahipleri

Dekorasyonun Felsefesi Üzerine...

Bazı odalar insanı sıkar. Bazılarından ise çıkmak istemezsiniz; kimi yataklarda kalbiniz sıkışır, kimisinde mutlu olursunuz. Dekorasyonda amaç, çevreyi insana huzur, mutluluk, refah ve sağlık getirecek şekilde düzenleyip, evreni çevreleyen pozitif enerjiyi yakalayıp kendi yararımıza kullanma uğraşıdır. Bir anlamda yaşadığımız çevrede bizi etkileyebilecek tüm pozitif enerjiyi toplayıp negatifleri ise engellemektir. Evimizi ve iş yerimizi, huzur bulacağımız mekanlara çevirmeliyiz. Aksi halde, hayatın tadını alamaz ve mutsuz yaşarız. Bulunduğumuz mekanlar bizleri yansıtır. Bu nedenle mümkün olduğunca bizi anlatan türde bir dekorasyon uygulamalıyız.

İşte size Dekorasyon önerileri ;
-Yuvarlak hatlar ve düz hatlar özellikleri uyumlu olmalı. -Evinizde bozuk, kırık eşya tutmayın. -Evinize girerken kapıyı açtığınızda ilk göreceğiniz şey boş bir duvar değil, bir manzara resmi veya ayna olmalı. -Yatağınızın başı ya da kenarı mutlaka bir duvara dayanmalı, desteksiz bir yatakta yatanlar huzursuz uyur. -Yatak odanız günışığı almalı ama yatak çok almamalı, yoksa gece bu enerji sizi uyutmaz. - Yemek masasının etrafındaki sandalyeler çift olmalı, bir tek sandalye yalnızlığın kabulüdür. - Oturma ve yemek odasında sandalyelerinizin arkaları kapıya pencereye bakmamalıdır.

Dekorasyonda çiçek kullanımı
- Bir köşeye atmış olduğunuz dededen kalma eskileri değerlendirin. Eski testiler, antika çaydanlıklar, klasik semaverler hatta kırık toprak testiler çiçekler ile buluştuğunda satın alamayacağınız birer güzellik oluşturabilirler. - En güzel bulduğunuz vazonuzu, eskimiş küçük sandığınızı, kırıldığı için kullanmadığınız gümüş kabınızı ve benzeri görünüşü nostaljik bir anlam veren ama kullanılamayacak uygun kaplarınıza çiçek buketleri yerleştirin. - Biraz hareket ekleyin. Gardenya veya gerbera gibi çiçeklerin sap kısımlarını çok kısa kesip kristal veya cam bir kase içinde yüzdürün. Yüzen tabaklı küçük bir mum ilavesi ile çiçeğiniz loş bir ışıkta çok güzel görünecektir. Bunun için açık renkli, tercihan sarı veya beyaz çiçekler seçerseniz mumunuzun etkileyiciliği daha fazla olacaktır. - Misafirlerinize çiçekleriniz kokusu ve görüntüsü ile kapıda karşılasın. Evinizin uygun yerlerine aranjmanlar yerleştirin. Uygun yere uygun çiçekleri seçmelisiniz. Hediye olarak çiçek gönderecekseniz bile alıcının bunu nereye yerleştireceğini hesaba katmalısınız.
- Çeşitlerin herbirinden birer buketi içerecek küçük vazolar Salonunuzun çeşitli yerlerine yerleştirilebilir. Misafirleriniz ayrılırken güzel bir akşamın hatırası olarak bunları vazosu ile kendilerine sunmak gerçekten güzel birer hediye olabilir. - Yatılı misafirleriniz için komidin üzerine konulacak gonca çiçek vazosu onları olumlu yönde şaşırtacaktır. Tek bir çiçeğin kullanılması bu konuda daha etkili olacaktır.
 

Referans:Ev Döşe, Tüm Gazeteler

Artık Tuzsuz Yiyorum...

Sevgili Blogdaşlarım, Bugün bir konuda sizlerin fikirlerinize ihtiyacım var.Tansiyonumun biraz yüksek olması sebebi ile doktorum tüm yemeklerimde tuzu kesmemi önerdi.Hatta ekmeğim bile tuzsuz olmalıymış.

Ben de senelerdir vazgeçemediğim bir tat olan Beyaz Fırın'da aldım soluğu.Kendilerinden benim için tuzsuz kepek ekmeği yapmalarını rica ettim.Caddebostan'da zaten varmış ama Ataşehir şubede de benim için haftanın belli günleri getirecekler.Müşteri hizmetleri diye ben duna derim işte.

Neyse gelelim sizden istediğim kısma.Tuzsuz olup ama lezzetini çok sevdiğiniz yiyecekler varsa benle paylaşın canlar... İlginize şimdiden teşekkürler... 

Ramazan Ayının Harika İçeceği!

 
Ramazan ayında sofranızdan bir hurmayı ikincisi de bu içeceği eksik etmeyin. Uzmanından Ramazan’a dair önemli notlar; -Ramazan ayında beslenme büyük önem taşıyor. Vücut uzun saatler aç kalacağı için iftar ve sahurda doğru bir beslenme takvimi uygulamalısınız... Bunun için de uzmanlar bol bol limonata tüketilmesini öneriyor... HARİKA İÇECEK LİMONATA C vitamini Ramazan boyunca vücudun dinç ve zindeliği için önemli bir antioksidandır. İftarda ve sahurda özellikle sıcak yaz aylarında hem bedenin sıvı ihtiyacını karşılayacak diğer taraftan vitamin desteği sağlayacak ve vücutta temizlik işini üstlenecek harika bir içecek olan limonataya yer açın. Mide rahatsızlığı olmayanlar limonatanın içine bir parça zencefil katabilir. Mideyi düzenler, mide ağrılarına ve hazımsızlığa iyi gelir. Bağırsak gazlarının atılmasını sağlar. Bir çay kaşığı zencefil bir günlük kullanım için yeterlidir. Şeker hastaları ve riski olanlar limonatayı tatlandırıcı kullanarak hazırlayabilir. *Referans:Milliyet gazetesi 

Develi'de iftar keyfi!

 
Ramazan'ın gelmesi ile beraber bizim meşhur iftarlar da başladı.Ramazan'ın ilk gecesinde Ataşehir'deki Develi'deydik.Genelde Kalamış'taki Develi'yi tercih etmemize rağmen eve yakın olsun diye bu seferlik Ataşehir'in terasındaydık.Gitmek isteyen arkadaslarım için teras oldukça esiyor her ne kadar şal verseler de, siz yanınızda bir hırkayla gidin derim ben.. Envai çeşit iftariyelikleri ve o meşhur kebapları ile tam anlamıyla patlayınaya kadar yedik. Çocuklu aileler için çocuk oyun alanı ve ilgilenen görevliler de mevcut.Fiyatı kişibaşı 60 tl.Benden önermesi sizden gitmesi... Herkese iyi ramazanlar... 

Creative olmuş'um haberim yok:)

 
Sevgili arkadaşım Elvan ve uzman amatorlerin buluşma mekanı uzmanamator saolsunlar beni creative blog ödülüne layık görmüşler... Bu ödülü 7 kişiye verebiliyormuşuz.Ama ben blogunu aktif olarak güncelleyip, zamanını bizlerle birşeyler paylaşmak isteyen tüm blogdaşlara gönderiyorum...Emek sarfeden herkes bence potansiyel kreatiftir...Uff be atasözü gibi oldu:P 

Brandlife Ağustos sayısı; Eminönü Notları...

 
İstanbul'a Eminönü'nden Bakmak... İstanbul bir derya, her semti ayrı değer, ayrı yaşanmışlıkları içinde barındıran gerçek bir metropol... İstanbul'u, günlük koşuşturmalarımızdan biraz olsun sıyrılarak, daha fazla soluyalım istedik bu ayki sayımızda... İşte bu yüzden güneşli bir Cumartesi sabahı, çoğumuzun çok yüzeysel tanıdığı ama bir o kadar da merak ettiği Eminönü'nü keşfe çıktık ve ekipçe düştük Eminönü yollarına... 'Eminönü' ne demek hiç düşündünüz mü? Bütünüyle İstanbul kentinin tarihi çekirdeği olan sur içinde yer alan ve merkezi alanın en canlı bölgelerinden birini oluşturan Eminönü semti, Osmanlı döneminde Deniz Gümrüğü ve Gümrük Eminliğinin burada bulunması sebebiyle Eminönü adını almış. İlk durağımız Namlı Şarküteri ve onun üst katında yer alan, uzun süredir yemediğimiz lezzetteki kahvaltılıkların bulunduğu cafe idi... 1929'dan beri Eminönü'nde hizmet veren, Namlı Şarküteri, başlı başına bir renk cümbüşü, envai çeşit belki adını bile duymadığınız çeşitte peynirlerin ve et çeşitlerinin bulunduğu belki de konusunda İstanbul'da tek, adeta bir şarküteri cenneti... Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın hatta yolunuzu bir şekilde oraya düşürün derim...
 
Namlı'da şahane bir kahvaltı ve içilen keyifli çaylar sonrasında ikinci durağımız, hayatımıza değer katan ama çoğumuzun aslında tam olarak anlamlarını bilmediği doğal taş merkezi Nurkap'tı...
 
Aventurin, Amazonit, Opal, Zümrüt, Safir, Havlit, Aargonit, İnci, Hematit, Kantaşı, Rodonit, Pirit, Malakit, Peridot, Aytaşı, Florit, Jasper, Kalsedon, Kalsit, Kaplangözü, Krizopras, Kristal Kuvars, Sodalit, Turmalin, Pembe Kuvars, Dumanlı Kuvars, Obsidyen, Unakit, Yakut, Yeşim, Sedef, Topaz, Rutil Kuvars, Labradorit, Ametist, Turkuaz, Kehribar, Lal, Lapis, Mercan, Akik, Oniks, Sitrin ve Aquamarin cins taşlardan oluşan, canlı renkleri ve ahengiyle sizi adeta içine çeken bu mağazada fiyatlar da hiç düşündüğünüz gibi fahiş değil... Nurkap koleksiyonu sadece taş ve takıyla sınırlı değil tabii ki, çeşitli konularda kullanacağınız, plaka şeklinde doğal taşlar da bulunuyor burada... İçimizden yaratıcı bir arkadaşımızın peynir tabağı ve mumluk olarak satın aldığı, tamamen doğal, damarlarını bile net görebildiğiniz bu mükemmel doğa harikalarının fiyatları ise 3TL ile 
15 TL arası değişiyor.
 
Mideniz Şenlensin... Karnımız tok olmasına karşın, gıda ağırlıklı gezmeye devam ediyor gibi görünsek de buranın en ilginç mekanlarından biri olan, Mısır çarsı'nın içindeki Malatya Pazarı'na uğramadan olmazdı...  
1870 yılında Malatya'da başlayan maceraları ile bugünlere gelen Malatya Pazarı, kendi alanında bir zincir ve gerçek bir marka... Kilosu 80 TL olan, mide ve bağırsakları güçlendiren Hasbir Çiçeği'nden, kilosu 35-40 TL olan sebze ve çilek kurusuna, kilosu 15 TL olan köriden, kilosu 12 TL olan Japon çerezi Kaki'ye kadar her tür baharat ve kuruyemişi bulabileceğiniz, zengin bir mağaza... Kaki' de neymiş diyenelere ufak bir açıklama... Kaki, gazlı ve gazsız içeceklerle tüketilebilen, tam bir enerji deposu ama içindeki yağ oranı oldukça düşük bir Japon çerezi ve ilk kez Malatya Pazarı kanalıyla Türkiye'de... Yolumuza, Marpuççular Han'a uğrayarak devam ettik. Beş kattan oluşan bu han daha ziyade boncuk, tüy ve aksesuar üzerine kurulmus... Eskiden nargilecilerin bulunduğu bu han ismini, nargileye takılan, hortum biçimindeki uzun ve bükülgen borudan almış... Girişte Nacaraoğlu Aksesuar, kapısına kadar taşmış otriş ve rengarenk tüylerle bize hoşgeldin dedi bu handa... Günümüzde nikah törenlerinde kullanılan, tüylü Osmanlıvari fiyatı 15 TL olan kalemler, yine fiyatı 15 TL olan sepetler, 2 metresi 8 TL'dan başlayıp, 15 TL'lık horoz tüyüne kadar uzanan otriş çeşitleri ve 55 kuruş ila 1.25 TL arası fiyatlandırılan nikah ve bebek şekerleri, bu mağazanın olmazsa olmazları arasında... Yolumuza, Marpuççular Han'a uğrayarak devam ettik. Beş kattan oluşan bu han daha ziyade boncuk, tüy ve aksesuar üzerine kurulmus... Eskiden nargilecilerin bulunduğu bu han ismini, nargileye takılan, hortum biçimindeki uzun ve bükülgen borudan almış... Marpuççular Han'a veda etmeden son durağımız, Mor Bijuteri idi. Burada da paketleri 1 TL ile 5 TL arası değişen dövmelerden, stickerlara bir çok değişik ürün mevcuttu. Özellikle kalıcı dövme yaptırmaktan çekinenlere ve ruhu çabuk daralıp, sıkılan, değişiklik arayanalara uygun, o kadar çok çeşit, renk ve seçenekte dövme var ki, buraya yolunuzu düşürün derim... 
 
Rüyaların Damak Tadı... Han serin ve keyifliydi ama hepimiz artık çok yorulmuş ve susamıştık, uğramak istediğimiz son yer olan, Eminönü'nün en eski tarihi mekanlarından biri olan Hacı Bekir, sunacağı buz gibi demirhindi şurubuyla, bizi Eminönü'nden uğurlayacaktı... Siz hiç demirhindi şurubu içtiniz mi? Hatta bırakın şurubunu böyle bir meyvenin varlığından bile haberdar olmayabilirsiniz. Buradaki hindi "Hint" sözcüğünden geliyor. Demirhindi, Farsça bir sözcük aslında ve Hint hurması diye anılan bir meyvenin adı. Şurup ise çekirdekleri ayıklandıktan sonra kalan etli kısımdan elde ediliyor. Demirhindi bir sıcak iklim bitkisi ve 20-25 metrelik ağaçlarda yetişiyor. Her gün bir bardak demirhindi şurubu içmekse sindirimin düzenlenmesine yardımcı oluyor. Ayrıca bu şurup mideyi sağlamlaştırıyor. Siz de, "Demirhindi de ne demek" diyenlerdenseniz, hiç vakit kaybetmeyin derim ben bu çok faydalı olan ve bir o kadar da lezzetli şurubu denemek için. Artık doğal beslenme zamanı. Sağlıklı yaşamanın yolu yiyip içtiklerimizden geçiyor en çok. Bu yüzden tamamen doğal, içinde katkı maddesi olmayan lezzetleri tekrar hayatımıza almanın tam zamanı. Hacı Bekir denince tabii ki akla ilk gelen, demirhindi şurubu değil, dünyaca bilinen bir Türk tatlısı olan lokum. Bayramlarla özdeşleşen lokum,yanında bir fincan köpüklü Türk kahvesi ile geleneksel ikramların başında geliyor, bu konuda da çok eskiden beri yegane bilinen yer Hacı Bekir... Lokumları ve badem ezmesi çeşitleri camekanları süsleyen bu mekanda, kilo alacağız endişesi olmasa hepsini bir çırpıda yemek istiyorsunuz. Görüntü o kadar güzel ve iştah açıcı ki, belli ki mecazi anlamda dikkat çekici, alımlı kadınlara da Türk Lokumu denme nedeni bu...
 
 
Her köşe başında, her sokakta eminönü semtini solumaya, yaşamaya, yaşatmaya çalıştık. Ağzımızda hoş bir tat, kulağımızda neşeli bir o kadar telaşlı sokak uğultuları ile Eminönü'nden ayrıldık... Yazı: Merve Başcumalı Fotoğraflar: Okşan Varol 

Eminönü 2.Kısım ve Hacı bekir Lokumları!


Eminönün'de keşfedilecek çok şey var demiştim ya bunlardan biri de bölgenin ve hatta Türklerin simgesi haline gelen "Turkish Delight". Cumartesi günkü yazımda size bahsettiğim üzere Kuru Kahveci Mehmet Efendi'nin vazgeçilmez ekürisi Türk Lokumu. Türkiyenin hala faaliyetini sürdüren en eski özel kuruluşu olan1777'den günümüze gelen Hacı Bekir'den bahsetmek istiyorum sizlere.Türk kahvelerimizin yanında, mevlitlerde, doğumda hep onun kapısı çalınıyor 2 asırdır.Dilekolay tam 2 asır... Kastamonu'nun Araç İlçesinden İstanbula gelerek 1777 yılında Bahçekapıda açtığı küçük Şekerci Dükkanında Lokum,Akide Vs. Şekerlemeleri bizzat imal edip satmaya başlıyan Şekerci Bekir Efendi, Hac görevini de yerine getirmesiyle Hacıbekir olarak anılmaya başlanıyor.Detaylar için tık tık...

Ne zaman Eminönü'ne geçsem kahvenin yanına özellikle çifte kavrulmuş lokumlarından almadan edemeğimiz bu dükkana yine uğrayıp, Ramazan ayı için lokum stoğumuzu tamamlıyoruz...

Özellikle akide şekerlerinin bu kaplarına ba-yı-lı-yo-rum!!!





Şark Han Maceramız ve Eminönü turu-1. kısım

Cumartesi günkü yazımda size sözverdiğim üzere, Eminönü gezimizdeki duraklarımızdan biri Şark Hanı sizlerle paylaşmak istiyorum. Şark han, Mercan yokuşu civarındaki hanlardan biri. (Kapalıçarşıdan Tahtakale-Mahmutpaşa'ya inen yol) Yolda yürürken 2 katlı bir bina gibi görünmekle birlikte, aslında 6 katlı bir çarşı. İşportanın can yeri Tahtakale'de Şark Han...

Abajurdan çerçevelere, mumluklardan aynalara, çantalara ve anahtarlıklara kadar her türlü hediyelik eşya burada. Şark Han'daki dükkanların Tahtakale'deki diğer hediyelik eşya mağazalarından farkı ise, ambalajlar üzerindeki Çince yazılar ve dükkanlarda satış yapan Çinliler. 6 katlı handa bulunan 200 mağazadan 50'sinde mutlaka bir Çinli ile karşılaşıyorsunuz. Bu han'da özellikle Erdoğdular Hediyelik diye bir dükkan'dan bahsetmek istiyorum.Daha önce Radikal gazetesinde Mahfi Eğilmez'in bu yazısında okuduğum dükkana bu 2. gidişim.Afrika,Endenozya ve özellikle Kenya'dan ithal ettiği ilginç hediyelikleri ile keşfe değer bir hazine bence, fiyatları da oldukça uygun...


Tabi kriz ne kadar da canımızı yaksa da, kendimize hakim olamayıp lav taşından yapılmış bereket yumurtalarından almadan edemiyoruz...Bereketleneceğiz ne de olsa... Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez:)
Fotoğrafları yarın sizlerle paylaşacağım şimdilik bunlarla idare edin!

Mahfi Eğilmez'in de dediği gibi; "Bir gün sanki İstanbul’a dışarıdan gelmiş turist gibi Kapalıçarşı, Tahtakale, Mısır Çarşısı ve Şark Han turu yapın. Göreceksiniz ki burada keşfedilecek çok yer ve çok şey var. Ve dediğim yerlerden şarküteri ürünleri, süs eşyası, hediyelik eşya satın alın, bana dua edeceksiniz."
Şarküteri,kahve vs gibi detaylı bilgiler için Eminönü gezimin gelecek kısımlarını izlemeye devam edin canlar... 

"YAŞASIN MİMARİ" BAŞLIYOR... İstanbul Serbest Mimarlar Derneğinin yürüttüğü ve Avrupa Birliği'nce desteklenen FOLIA "Fragments of Living in Architecture" projesi kapsamında "YAŞASIN MİMARİ" adlı 13 bölümlük mimarlık belgeselinin "Mimarlık Hayattır" başlıklı ilk bölümü 15 Ağustos 2009, saat 10.30'da NTV'de gösterime giriyor. 13 hafta boyunca her cumartesi aynı saatte yayınlanacak bu belgesel seyirciyi mimarlık konusunda aydınlatmayı amaçlıyor. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Bodrum, Antalya ve Kapadokya'nın yanısıra Roma, Madrid, Barselona, Berlin, Hamburg, Rotterdam ve Amsterdam'da yapılan çekimlerde, Türk ve Avrupalı mimarlar, kent tasarımcıları ve kent yöneticileri ile röportajlar yapıldı. Belgesel, her gün içinde yaşanan evlere, ofislere, girip çıkılan lokantalara, alışveriş merkezlerine değiniyor; bütün bu mekanlâra, mimarlığa duyarlı herkesin yanı sıra, bir kez de mimarların gözünden bakıyor; mimarlığın hayatımızdaki önemini vurguluyor. Detaylar için

Bebek 'de Mini Dondurma Molası!

Cumartesi akşamı Ortaköy'de kumpir sefasından sonra küçük bir mola için Bebek’e gidiyoruz.Bebek'in olmazsa olmazı el kadarcık bir mekândan yiyip yiyebileceğiniz en leziz dondurmalardan birini almak için adı gibi Mini Dondurmaya uğruyoruz.O da ne...İnanılmaz bir kuyruk var.

Her ne kadar dondurmasına bayılsak da o kuyruğu beklemeyi gözümüz yemiyor.İşin sırrı, gerçek meyve püreleri kullanmaları, o rengârenk dondurmalarda boya, koruyucu, katkı filan hiçbir şeyin olmamasında imiş...Bebek Kahve’den Sarıyer tarafında doğru yürürken yol üzerinde, Bebek Badem Ezmecisi’nin karşısında. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın...Bu arada sizler için, Türkiye'nin en iyi 10 dondurmacısını da yazmadan edemedim.

En iyi 10 küçük dondurmacı SIRA EN İYİLER ŞEHİR 1 ALİUSTA İSTANBUL 2 YAŞARUSTA İSTANBUL 3 RUMELİ PASTANESİ İZMİR 4 MENNAN DONDURMACISI İZMİR
5 UĞRAK PASTANESİ KAHRAMANMARAŞ 6 AKDENİZ DONDURMA ANTALYA
7 BALKAYMAK SAMSUN 8 MİNİ DONDURMA İSTANBUL
9 GÜLER PASTANESİ BALIKESİR
10 AKSÜT PASTANESİ İZMİR
Diğer en iyiler için buraya tıklayın....
Mini bu kadar dolu olunca hazır biz de tatlı krizine girmişken, yine Bebek'in klasiklerinden olan hatta bizim sitede isim hakkı verecek kadar meşhur Ab'bas Waffle 'de bir waffle'ı 3 kişi paylaşarak en azından vicdanen rahatlamaya çalışıyoruz...İşte waffle tarihçesi ve resimleri...

Waffle isminden de anlaşılacağı üzere bir Türk lezzeti değil aslında. 13. yüzyılda eski Yunanlılar, iki metalin arasında kek pişirirlermiş ve içine peynirle birlikte kekik gibi çeşitli otlar koyarlarmış. O zamanlarda waffle değil; "obleios"muş adı. Waffle 1620'de seyyahlar tarafından Hollanda'dan Amerikaya taşınmış. 1735'te "waffle" olarak anılmaya başlandığında; İngilizcede ilk kez iki "f" yanyana gelmiş. 1800'lerin sonlarına doğru, Thomas Jefferson Fransa'dan uzun saplı ve kalıplı bir waffle tavası ile dönmüş. İki ayrı gün de "Waffle Günü" olarak biliniyor. Birisi 25 Mart; İsveç'te baharın gelişinin kutlandığı gün, diğeri de; 24 Ağustos (ki bu bana biraz komik geldi); yani Cornelius Swarthout isimli şahsın, 1869'da waffle tavasının patentini aldığı günmüş. Artık hangisini kutlarsanız.

Palma d'Oro'da Sınırsız Şarap Festivali ve Herr Daum!

Geçen akşam en sevdiğim arkadaslarımdan birinin dogum günü için Bağdat Caddesinde Palma d'Oro'ya gittik.Çok ama çoookk eğlendikk...

Mekan'da bulunan Fenerbahçe Teknik direktörü Daum'un da pasta faliyetinde aramıza katılması ile ekip daha da costuk.Bu arada Daum gerçekten inanılmaz mütevazi ve kibar bir insan.Hiç gocunmadan yanımıza geldi, bizle pastayı ufledi,fotograflar çektirdi.Ben de has be has Türküm ama bu durumda onun yerinde eminim bir Turk olsa idi hatta İtalyayı görmüş geçirmişş milli takım teknık direktörlüğü de yapmış kişi bile(!) ,kasılmaktan bunların hiçbirini yapamazdı. Ne de olsa Fenerbahçe'li:)I love u FB!

Dönelim mekana... Cadde'de Tike'nin sokağında ilerde solda.Üstelik vale hizmeti de var.Detaylar için web sitesine tıklayın.
Biz haftaiçi akşam gittiğimiz için felicita menüsünden faydalanıp, sınırsız Kavaklıdere Narince Şarap+ Ana yemek(ben hünkar beğendili piliç ızgara yedim enfesti)+Ortaya salata ve tatlımıza 30 tl kişi başı fiyat ödedik.Bir de back-up lıyız diye bize%10 indirim yaptılar.27 tl ye geldi bize.

Gerçekten keyifli,lezzetli ve inanılmaz eğlenceli bir gece idi.En kısa zamanda uğrayın derim ben...

Kaş'tan izlenimler ve öneriler!

Üçağız köyündeki tekne turumuzun ardından yaklaşık 40 dakikalık yolculuktan sonra gün sonu hedefimiz olan Kaş'a nihayet ulaşıyoruz.Antalya'nın en batısında yer alan turistik ilçe meis adası ile karşılıklı duruşu ve üç tarafı denizle çevrili çukurbağ yarımadası ile görülmeye değer bir liman ilçesi...


Bizi dört gözle bekleyen, White House pansiyon ve telefonlarda ahbab olduğumuz Orçun Bey'in sıcak ilgisi ile karşılaştık.Eşyalarımızı odalara yerleştirip, bir süre dinlenip akşam yemeği için hazırlanıyoruz.

 
 
 
 
 
Önce methini önceden duyduğumuz Uzunçarşı
üzerindeki Bahçe restaurant'a gidiyoruz.Çeşit çeşit mezelerin albeni ile baktığı vitrin önünden geçiyor, mekan sahibi Oya Hanım'a ulaşıyoruz.Bahçe Restaurant’ı atlamak Kaş’a ve 10 yılı aşkın süredir sunulan Oya Hanım yemeklerine haksızlık olur. Özellikle, belki de Türkiye’nin hiçbir yerinde yiyemeyeceğiniz lezzetteki yoğurtlu semizotuna, Oya Hanım’ın diğer mezeleri; cevizli meze, balık köfte, mantar dolma, kağıtta kılıç balığı ve özellikle arnavut ciğerine... Malesef yer olmadığı için buradan ayrılıyoruz. (Anıt Mezar karşısı, No: 31 Kaş. 0242 836 23 70)

Yaklaşık yarım saat boyunca Sultan garden, Ada Restaurant gibi ünlü Kaş Restaurant'larını gezdikten sonra aşırı kalabalıktan rahatsız olup, Pansiyonumuzun sahibi Orçun bey'in yakın ilgi ve önerisi ile Kaş'tan yaklaşık 2 km. yukarıda sakin ve sessiz dağ yamacında Yeşilvadi restaurantta kendimizi buluyoruz.(tel:0242 836 2357. GSM: 0535 274 2326 - 0537 205 5214)Burda gerçekten lezzetli et yemekleri ve hamak keyfi ile ekonomik bir şekilde(Kişibaşı 20 tl) burdan ayrılıyoruz.Tek dezavantajı sinek saldırısı iken, bunun da çaresinin kahveyi yakmak olduğu öğrenimini burda kazanıyoruz.Bir aile işletmesi olan mekanın meyve ikramı jesti ile ağzımız kulaklarımızda, bölgesel ürünler almak üzere uzuncarsı'ya geri dönüyoruz.
Yarın limanağzı deniz maceramız için beni izleyin...

Demre ve Üçağız Köyü!

Bugünkü yazıma dün kaldığım yerden devam... Finike'yi geçtikten sonra bir tarafımızda falezler ve ucsuz bucaksız Akdeniz, diğer tarafımızda toroslar Demre'ye dogru yola devam ediyoruz.Demre'ye eski adıyla Myra Likya'nın en önemli şehirlerinden birisi olarak bilinir. En erken sikkeler M.Ö. 3. yüzyıl tarihlenir.Detaylar için burayı tıklayın...Bölgede günümüze kalan en korunmuş yapı antik tiyatro ve bazı kaya mezarlarıdır.

Tüm bu güzelliklere ilave olarak bütün dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholaos, Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında önemli bir Lykia kenti olan Patara'da doğmuştur. Bir rivayete göre hayat hikayesini sizlerle paylaşıyorum.


M.S. 300'e doğru Patara refah içindeyken kentte yaşayan zengin buğday tüccarının bir oğlu olur ve ona Nicholaos adı verilir. Doğduğunda göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve sundukları adakların bir meyvesi, fakirlerin bir kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiştir. Daha gençliğinde bile mucizeler yarattığına inanılır. Bu inanca göre inşa halindeki bir kilisenin yıkılmasıyla enkaz altında kalan Nicholaos, annesi ağlayıp inlerken, üzerine yığılan taşların altından sağlam olarak kurtulmuştur.Bir süre sonra babası öldüğünde büyük bir servetin tek mirasçısı olmuş ve servetini yoksullara yardım için harcamaya karar vermiştir. Bu sırada Patara'da önceleri çok zengin olan bir şahıs fakirleşmiş ve kızlarının çeyizini yapamayacak duruma gelmiştir. Çaresizlikten kızlarını satmayı bile düşündüğü bir anda, Nicholaos durumu görerek onlara yardım etmeye karar verir. Kendini belli etmemek ve aynı zamanda gururlarını kırmamak için kızların evine gece gider. Onlar uykuda iken büyük kızın açık olan penceresinden çeyizine yetecek olan bir kese altını içeri atar. Sabah parayı bulan büyük kız çok sevinir ve kötü durumdan kurtulur. Daha sonra ortanca ve küçük kızın çeyiz paralarını da karşılamak isteyen Nicholaos, pencereleri kapalı olduğu için bacadan atar. İşte Noel Baba'nın yılbaşında hediye bırakma öyküsü böylece doğar. İkonalarda ve resimlerde de Nicholaos'ın üç altın top ile gösterilmesi bu yüzdendir.Demre'nin kaya mezarları, antik tiyatro ve Noel baba kilisesi ziyaretlerimiz sonrası Kaş'a doğru tekrar yola devam ediyoruz.Kaş'a 10 km. kala gördüğümüz Üçağız(Kekova) tabelasından sola dönerek yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrasında Üçağız köyüne ulaşıyoruz.Bu köy bir balıkçı kasabası, doğal liman olmuş iskelesi ile köyde teyzeler deniz kabuklu yazmalar satarak,gözleme yaparak geçiniyorlar.Baylar ise hepsi birer uzman kaptan Kekova'ya tekneleri ile turlar düzenliyorlar.Önünde gelişi güzel dizilmiş adalar, sevimli küçüçük bir koy olan Üçağız'dan Kekova ve Simena(Kaleköy'e) tekne turu çok daha mantıklı olduğu için burada 70 tl' ye kiraladığımız bize ozel tekne ile 1,5 saatlik tekne turuna çıkıyoruz. Simena (Kaleköy) ve batık şehir Kekova 'yı denizden seyrederek tekne'de güneş'in tadını çıkarıyoruz.Bir dahaki gelişimizde kekova pansiyonda en az bir gece gecirmeye söz vererek, Yarım saatlik yüzme molamızın ardından, köye geri dönüyoruz.


 
Gerçekten cok keyifli ve mutlaka yapılması gereken bir tur.Denizin rengine bakar mısınız?

Özellikle üçağız köyünden hareket etmenizi öneririz zira kaştan bu tur 4 saat gibi bir süre tutuyor ve zamanın çoğu açık denizde geçiyormuş. Yola devam ederek, Kaş'a ulaşıyoruz.Kaş macera ve önerilerim için yarın beni okumaya devam edin ...

Finike, Narenciye Cenneti...

Selam Arkadaşlar,
Dün geceki mangal sefasından sonra sabah dinamik bir şekilde kalkıp, hazırlanıyoruz.Hızlıca kahvaltının ardından, yola koyuluyoruz.
Korkuteli'den hareketle Elmalı üzerinden Finike'ye inip buradan sahilden Demre ve Kaş'a doğru ilerlemeyi planlıyoruz.
 
Korkuteli'den hareket ettiğiniz zaman yol genel olarak düzlük bir ova halinde.Finike'ye inerken yolda dağlardan gelen buz gibi doğal kaynak sularının aktığı, eski likya medeniyetinin merkezlerinden olan Arykanda'da soluklanıp, yörenin meşhur süt mısırlarından yiyoruz.

Narenciye ve özellikle portakal bahçeleri eşliğinde, Finikeye girerken, memleketimin tarım açısından ne kadar zengin, bizlerin ise ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum.Geçen yaz, Paris'te 1 su bardağı kadar karpuz'a 5 euro para verdiğimizi hatırlayıp, hayıflanıyorum.


Yol boyunca kaya mezarlarının bize süpriz yaptığı bu seyahatimizde gezdiğimiz bölge ile ilgili Araştırmacı -Yazar Giray Ercenk'in tarihi kentler birligi organizasyonundaki paylaşımını sizlere aktarmak istiyorum.

"Dağların yükseklerindeki ana kayadan koparak yamaçlara, çarşaklara biriken irili ufaklı taş yığınları, kendilerini dağdan alıp sahile indirecek karı ve yağmuru bekler… Bunlar yamaç taşıdır… Yamaç taşı bu haliyle sert ve sevimsizdir, ele ve göze ters gelir… Derken rüzgar eser, kar yağar, yağmur yağar… Yamaç taşı suyun önüne düşmeye görsün, yüksekten engine doğru savrulup yuvarlandıkça, o kaya senin, bu kaya benim törpülenir, sert ve sevimsiz görünümünden kurtulur, göze hoş, ele yönet gelen sevimli bir hal alır… Yükseklerin yamaç taşı nihayet sahildedir, ancak artık çakıl taşıdır… Eski çağlarda akarsular tanrı olarak bellenirdi… Bugün de, el yetmez kuytularda yaşayan bazı Toros topluluklarında, suyu kesilen çoban çeşmelerinin, bir yerlerde doğruluk ve düzen sağlamak için yapılan bir savaşa katılmak üzere çekip gittiğine, savaş bittiğinde yerine döneceğine inanılır… Bu inançların kaynağında, suyun sağladığı, ancak Tanrıya yakıştırılabilecek nimetlere duyulan ululama ve şükran duygusundan kaynaklandığı açıktır... Antik çağın Likyası, bugünün Teke Yarımadası’nın en önemli kentleri akarsuların yükseklerden taşıdıklarıyla oluşmuş kıyı ovalarındaki dağ eteklerine kuruldu… Arykandos (Aykırtça) ve Limyros’un (Alakır Çayı) yarattığı Finike Düzlüğü’nde Limyra, Rhodiapolis, daha batıda oldukça geniş bir alana düşen suları tek bir yolla denize ulaştıran Myros’un (Demre Çayı) ağzındaki Myra (Demre) ve Andriake (Çay Ağzı) ve dün Penta Hora, bugün Beş Kaza olarak adlandırılan bir ucu, ta Kibyra’ya (Gölhisar) kadar uzanan bölgenin güneyindeki Kızılcadağ/Akdağ kaynaklarından beslenen ünlü Ksanthos’un (Eşen Çayı) denize ulaştığı kumsalın doğu ucundaki Patara (Gelemiş), daha batıda Ksanthos (Kınık), eski çağın saygın ikiz tanrıları Apollon ve Artemis’in anaları Leto’nun kenti Letoon (Kumluova)… Kuzeyde Gölhisar(Milyas) ve Elmalı’yı kuşatan dağlar ile başlayan, düzlüklerde devam eden, sahilde sonlanan, dağların memba, sahilin mansap olduğu bir üretim ve yaşam havzası... Bir yerleşmenin varsıllığı, arkasındaki üretim gücüyle doğru orantılıdır… Bu, belki en çok limanlar için böyledir… Bütün Roma Akdeniz’inde var olduğu bildirilen üç imparatorluk silosundan birinin Kartaca’da, öteki ikisinin Patara ve Andriake’de, yani birbirinden ancak birkaç on kilometre uzaklıkta inşa edilmesinin nedeni, bölgenin sahip olduğu üretim gücüdür… Yükseklerin bitek düzlüklerinde yetişen her tür tahıl, özellikle gemi inşasında, tapınak ve saray gibi saygınlık kazandıran yapılarda kullanılan sedir/katran, ardıç ve meşe gibi yöreye özgü değerli ağaç, zeytin yağı, şarap, bal, deri, keçi boynuzu, meşe palamudu ve kurutulmuş av etinden şifalı otlara kadar bin bir çeşit mal, deniz ötesine taşınmak üzere, ada fakiri Akdeniz ile Adalar Denizi Ege’nin buluştuğu Likya’nın yukarda sözü edilen limanlarına taşındı… Rıhtımlara yanaşan gemiler boşalttıkları malların yerine, mallar yüklediler… Servetler liman kentlerinde birikti… Tanrılar varsıl yerleri severler ve de boş bırakmazlar… Antik çağın anlı şanlı tanrıları da en çok bu kıyıları sevdiler... İnsanlar tapınsın, kurban sunsun diye yapılan tapınaklara, sunaklara geçip yerleştiler bir güzel... Çok sonraları Tanrı gökteki sonsuz mekanına çekilmeye karar verdiğinde, O’nun kayrasını azizler, evliyalar, erenler üstlendiler… Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi bizim dağlarımızın da bir çoğunun adı Ziyaret Dağı, Eren Dağı, Baba Dağı, Dede Dağı olarak anılması, hemen hepsinin zirvesinde gayberen mezarlarının olması bundandır… Demre/Sura’daki yol gösterici kılavuz tanrı Apollon’un kehanet merkezinin, Demre Noel Baba ve kuzeyde Kasaba Çukuru’nda Dere Ağzı kiliselerinin, Elmalı Ovası’nda Abdal Musa Tekkesi’nin, Sinani Ümmi Dergahı’nın ve de bölgenin hâlâ en büyüğü olan Ketenci Ömer Paşa Camii’nin, limanlardan çıkarak bölgenin dışına Batı Anadolu’ya ulaşan ana yol akslarından birinin üzerinde bir tespihin taneleri gibi dizili olmasının nedeni budur… Aynı dizilimin daha doğudaki deniz ayağı, Finike’de Limyra harabelerindeki su kaynağında kurulu olan Abdal Musa dervişi Kafi Baba Tekkesi, Batı ayağı ise Kalkan’ın hemen üstündeki Bezirgan’dır… Bezirgan’da hem Abdal Musa çağına, hem de daha geriye, Hıristiyanlığın Babalar Dönemi olarak adlandırılan ilk evresine, yani ta Noel Baba çağı öncesine giden hayır dua, şifa ve eğitim ocağı vardır… Varsıllıkları inanılmaz boyutlara ulaşan aileler bu kentlerde, ya da yakınlarında çıktı ortaya… Rhodiapolisli Opramoas’ın ve elbette daha nicelerinin, bölge kentlerine yaptığı, bugünün ölçülerinde katrilyonlara varan bağışları, sonsuza dek bilinsin diye taş kitabelere kazındı… Bilge, “Zavallı koyun sürüsü, hem sahibini, hem çobanı, hem kurdu besler” der… Doğrudur, üretimin olduğu yerde varsıl da, evliya da, eşkıya da vardır… Tarihin bize her devirde var olduğunu bildirdiği, adı bilinen, bilinmeyen, yüzlerine Efe, arkalarından Harami denilen nice eşkıyayı ve de üstüne devlet donanmaları sevk edilen, nihayet yenileceğini anladığında evini ocağını ateşe verip çoluk çocuk topluca intihar eden Olimposlu Zeniketes gibi ünlü korsanları, yine bu coğrafya yarattı ve besledi… En iyi iş yapan köle pazarları, liman kentlerinin agoralarında kuruldu… Antik dönemin Likyası, orta ve şimdiki zamanın Teke Yarımadası, çağlar boyu su ve iklim olanaklarına sahip güçlü bir üretim ve yaşam havzası olma özelliğini hep korumuştur... Bölgenin, çağlar boyu süren dengeli varsıllığının, dağların ve sahilin aynı ekonomik amaç doğrultusunda başarıyla bütünleştirilebilmesi ile sağlanmış olduğu açıktır... Kaynaklar, dağlardaki yerleşmelerde inşa edilen ticari yapıların, kıyıdakilerle, birbirlerini tamamlayan özellikler gösterdiğini, bunu “dağlarla deniz arasında, ekonomik eşgüdüm olduğunun kanıtı saymak gerektiğini” yazar… Memba ve mansap sözcükleri, taşıdıkları gerek öz, gerek mecaz anlamlarıyla pek az yerde Likya’da, yani bugün bulunduğumuz bu topraklardaki kadar uyum içindedir… 1950’li yıllarda hızlanan karayolu açma çalışmaları, esasen artık eski gücünü ve önemini yitirmiş üretim esaslı dağ ve deniz ilişkisinin son bağlarını da kopardı… İşlevsiz hale gelen kıyı yerleşmelerinden kaçış hızlandı... Kıyılar boşaldı ve giderek ıssızlaştı… Ancak, 1960’lı yılların ortalarında kıyılar turizm denen yeni bir üretim ve yaşam biçimiyle tanıştı… Gözü pek birkaç yabancı girişimci, doğru dürüst yolu, suyu, elektriği olmayan bu ücra coğrafyanın, derme çatma binalarında “turizm hizmeti” vermeye başladığında yadırgandılar… O ilk yıllar moral bozucu olsa da, Turizm, 1990’lı yılların ortalarında beklenen patlamayı yaptı… Dün, özellikle yaz aylarında adeta boşalan kıyılar, artık inadına yaz aylarında, “bardak koyacak yer kalmamacasına” doluyordu… Kıyılar yeniden şenleniyordu… Ancak bu kez durum iki bin yıl öncekinden farklıydı… Dün kıyılar (limanlar) bütün bir coğrafyanın deniz kapısı, dağlardan aldığının hiç olmazsa bir bölümünü dağlara geri veren sosyoekonomik dengenin ayrılmaz parçasıydı... Dağ ile deniz arasındaki “devridaim”, coğrafyanın iki ucunu da besliyor, geliştiriyordu… Dün, Kaş ya da Kalkan, verimli bir ekonomik bütünün parçası oldukları için varsıl ve önemliydiler… Bugün, Kaş ve Kalkan oldukları için, yani sadece kendilerinden menkul değerlere sahip oldukları için -deniz, kum ve arkeolojik çevre gibi- varsıl ve önemlidirler... Ve de böyle olduğu için, kazançlarını dağlarla paylaşma gibi bir sorunları yoktur… Bu durumun yarattığı en ciddi sonuç; kıyıların vermediğini almak için, dağların kıyıya inmesi olmuştur… Dağdan sahile süren akış, çözümü dehşetli zor ama, kaçınılmaz biçimde şart olan iki önemli sonuç/sorun yaratmıştır... Bunlardan bir tanesi, koruma kültürünün, doğa ve yakın uzak çevrenin üretim alanı olmaktan çıkması ile birlikte zayıflaması ve giderek yok olmasıdır… Geçmişte doğayı korumak bir tür ibadet sayılırken, bugün portakal bahçelerinin, mezarlıkların, eski/yeni yerleşmelerin, köy otlak ve yerleşim alanlarının, orman içlerinde, ovaları sulayan akarsu kaynak ve yataklarının yanı başında, çoğu kez muhtar veya belde belediye başkanlarının gizli/açık desteği sağlanarak, doğayı hallaç pamuğu gibi atan taş ocakları açılabilmektedir… Doğa ve çevreyi koruma, insanların himmeti, koruma dernekleri ve görevi bu olan Devlet Kurumlarının çabalarıyla sağlanabilir hale gelmiştir… Dağlardaki yerleşmelerin boşalmasıyla ortaya çıkan bir başka önemli sonuç da, yiten bir çok kültürel değerin yanında, özgün kültürün elle tutulup, gözle görünen en önemli kimlik belirleyici öğesi sayılan ahşap ve taş ağırlıklı geleneksel mimarinin yok olup gitmesidir... Kıyıda ise, gerçek anlamda bir yığılma yaşanmaktadır… Gelişmeyen, sadece kalabalıklaşarak şişen kıyı yerleşmelerinde yığın kültürü egemendir artık… Gündelik yaşam alışkanlıklarından, mekan kullanma ve mimari kültüre uzanan çok geniş bir alanı, daha doğrusu tüm yaşamı etkileyen, kuşatan bir karmaşa ve yığın kültürü… Dağlar boşalırken, kıyılar dolmakta, aynı coğrafyanın iki ucunda geçerli olan değer kavram ve ölçülerinin hızla farklılaşmasını önemli bir başka sorun olarak değerlendirmek gerekir... Eskinin, aynı kaynaktan beslendiği için birbirini bütünleyen dağ ve sahil kültürünün yerini, birbirine zıt iki kültür ortamı almıştır... Dün toprağını çoluk çocuğunu düşmana terk etmektense yaktığı ateşte hep birlikte yanarak ölmeyi gelenek haline getirmiş ve ta Troya’dan Çanakkale’ye uzanan üç bin yıllık tarih aralığında bunu bir çok kez kanıtlamış bir halkın yaşadığı bu coğrafyada bugün, örneğin bir İngiliz vatandaşı, beş-altı aylık geliri karşılığında, içinde özgün mimari plan ve malzemeyle yapılmış evi, yetişmiş onlarca ağacı ve sarnıcı olan dört dönüm toprak satın alabilmektedir… Çözümün ancak, sınırları ve tarihi kısaca verilen bütüncül bir coğrafyada son elli yılda yaşanan sosyal yer değiştirmelere bağlı olarak gelişen farklı üretim ve kültür ortamlarının birbiriyle uyumlu hale getirecek yöntemlerin bulunup yaşama geçirilmesiyle olanaklı olduğu açıktır… Turizm sektörüne dönük olarak Akdeniz kıyı bandında uygulanan planlama, yer tahsisi ve yatırım özendirici uygulamalar bütüncül bir anlayış ile havza boyutunda ele alınmadıkça, yani sahilde biriken turizm gelirlerinden dağların da pay almasını sağlayacak düzenlemeler yapılmadıkça, ne dağlarda tek tek sönen çoban ateşleri gibi tek tek boşalıp yok olan köylerle birlikte geleneklerden, mimariye yitip giden kültürümüzün, ne de kıyı kentlerini birer yığın yerine dönüştürerek kimliksizleştiren sosyoekonomik dayatmalardan kurtarmanın yolu vardır… Yamaç taşını suyun önüne düşürüp, yüksekten alçağa indiren, sahile yığan güç, arzın eğimidir, yani “cazibe”dir... Biçimini ve özelliğini, sahil yolunda çarpıp durduğu taşlarda, kayalarda bırakan o sert ve haşin yamaç taşının dağlarda başlayan, sahilde biten dönüşüm macerası ne kadar iç karartıcı olsa da gerçektir… Ancak yine de bu, yamaç taşının sonu değildir... Peki, son nedir? Son, yükseklerden gelip, yığıldığı sahilde, kum tanesine dönüşerek ufalanıp gitmektir… Yani, özgünlüğünü yitirip, kimliksizleşmektir…"
Kaş ve Demre'yi yazının uzaması nedeni ile yarın, sizlerle paylaşıyorum...

Antalya'da ilk günümüz!

Yoğun geçen bir günün ardından, Antalya Korkuteli'nde geçen serin gecemizin sabahında annemlerle süper bir köy kahvaltısı yaptık.Köy kahvaltısı nasıl olur derseniz , folluktan yumurta yediğimiz, bahçenin vişne ve kayısılarından yapılmış annemin reçelleri eşliğinde, tamamen ilaçsız Süleyman amcamın bahçesinden salatalık ve domasteslerden olusan bir kahvaltıydı bizimkisi.


Korkuteli Antalya'ya 60 km mesafede, kuzeyinde yer alan aslında son derece sade ve gelişmemiş bir ilçe.Yayla olarak anılmasının sebebi ise Antalya ile arasında en az 10 derece sıcaklık farkı olması.Hal boyle olunca tüm Antalya, yaz sezonunu geçirmek üzere İlçeye akın ediyor.
Herkes Antalya'da sıcaktan ve özellikle nemden bayılırken, biz vişne ağaçlarımız altında serince Keyif kahvemizi yudumluyoruz...Daha önce yazdığımız korkuteli yazılarım için buraya tıklayın..

Bugünkü planımız denize girmek üzere Antalya'ya gitmek.Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrasında Antalya'ya ulaşıyoruz.Lara bölgesinde Örnekköy adlı zamanında Antalya'nın Bayramoğlu'su, benim gençliğimin piyasa mekanı şimdilerde ise Küçük Rusya olmuş yazlık sitede mevcut kurulu tesiste denize giriyoruz. Annem ve babam denie girmek için sürekli bu tesise gittiklerinden olsa gerek, orda krallar gibi ağırlanıyoruz.İstanbul'da yaşayınca, istanbul dısına çıktığımız zamanlarda az paralara gördüğümüz bu kadar ilgi her zaman ağzımızı açıkta bıraktırıyor.Tüm gün burda deniz sefası yaptıktan sonra, artan nem oranını hissetmemizle Korkuteli'ne kaçmamız bir oluyor.

Akşama planımız bahçede rakı eşliğinde mangal sefası!
Yarın Demre ve Kaş'a gidiyoruz...
 

Stil Pazarına buyrun!


Selam herkes, Çok sevdiğim sevgili Edi'cim, nam- ı diğer Stil Direktörü, nihayet birbirinden güzel ürünleri için dükkanı STİL PAZARI 'nı açtı.Hadi şimdi herkes dükkana tık tık...Canım arkadasım hayırlı olsun, bol kazançlar:)
 
 
 

Posted in Labels: |

0 comments: